HABER ÖNCELİĞİ HÜKÜMDARIN SIHHATİDİR


Demokratik toplumlarda, çoğulculuğun ve hoşgörünün temel gerekliliklerinden ilki, bireylerin ifade özgürlüğünün koruma altında olmasıdır. İfade özgürlüğü, yalnızca bireylerin bilgi ve düşüncelerini yayma hakkını değil, aynı zamanda onlara erişme hakkını da kapsar ve vazgeçilmez kılar. Ne var ki demokratik alışkanlıklardan uzak toplumlarda yerleşen, “çoğulculuğun tehlike arz eden çok başlılık” olduğu algısı, otoriter merkeziyetçi iktidar sahipleri tarafından kolaylıkla manipüle edilebilecek bir düşüncedir. Toplumsal algının yönetilmesi ve şekillenmesinde de en büyük rol medya organlarının kontrol edilmesine bağlı olduğundan, tüm otoriter yöneticiler sansürü bir çıkış noktası olarak görür. Bundan dolayı, iktidar sahiplerinin sermaye-güç ilişkisinin doğurduğu avantajlardan yararlanabilmesiyle, medya organlarını kontrol altında tutması ve toplum dönüşümü için kendi lehine bir araç haline getirmesi demokrasiden yoksun ülkelerde sık karşılaşılan bir durumdur. Türkiye’de de, tarihsel süreçte, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve hak kullanımının baskılanması yoluyla, yurttaşların görüş sahibi olma, bilgiye erişme ve yayma gibi temel gereksinimlerinin karşılanmadığı baskı dönemlerine zaman zaman şahit oluyoruz. “Anayasal güvenceyle” korunan hak ve özgürlükler, insan haklarını özümsememiş hükümetlerin muktedir olma potansiyeline göre önemli derecede aşınabiliyor.

Güncel politik olayların daima tarihle birlikte okunup yorumlanmasına duyduğum inançla, meclisten geçerek yasalaşan ve ifade özgürlüğü kapsamındaki tüm yurttaşlık haklarını baltalayan sosyal medya sansürleri gündemdeyken II. Abdülhamid’in “İstibdat Dönemi”ni hatırlamak gidişatımızın vehametini daha anlaşılır kılacak diye düşündüm. Osmanlı’da sansürden bahsedince akla İstibdat Dönemi’nin gelmesindeki temel sebep var olan sansür geleneğinin Abdülhamid’le birlikte kurumsal ve güçlü hale getirilmiş olmasından kaynaklanır. “Vatan, millet, hürriyet” gibi “sakıncalı” kelimelerin yasaklanmasıyla başlayan sansür uygulamaları, Abdülhamid’in hastalığa varan kuşkuculuğu arttıkça, yalnızca düşünsel yazıları değil, edebi ürünleri, resmi dili ve dönem literatürüne girecek nitelikteki tüm yazıları kapsayacak biçimde genişletilmişti. Sansörlük, jurnalcilik ve hafiyelik dönemin padişah tarafından ödüllendirilerek teşvik edilen gözde meslekleriydi.

Fatmagül Demirel’in Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulduğu 6 Aralık 1888 tarihli belge, dönemin gazetecileri ve yazarları için kalemi ele almanın ne derece zor olduğunu gösteriyor. İlgili talimatnameden anladığımız kadarıyla, basında, haber önceliği hükümdarın sıhhatine, rekoltenin iyiliğine ve ticari faaliyetlerin gelişmesine verilirken; memurların karıştığı hırsızlık, zimmetine para geçirme, cinayet gibi yüz kızartıcı fiillerle ilgili hiçbir habere müsamaha gösterilmezdi. Gazetelerin, halkın şikayet ve taleplerini içeren, -ve fakat- "toplumda infial yaratacak" olan haberleri doğrudan yok sayması gerekirdi. Osmanlı sınırları dışında cereyan eden ve ülke hükümdarlarını hedef alan suikast ve isyan girişimlerinin haberleştirilmesi de bu dönemde yasaklandı. "Yasalara uyan ve barış içinde yaşayan Osmanlı halkının" yurt dışında vuku bulan isyan olaylarını işitmesinin doğru olmadığı kanaati resmi evraklarla birlikte tarihe -bu dönemde- geçti. Şüphesiz, bu evraklarda yer almayan ve Babıali tarafından halka karşı dillendirilmemiş niyet, herhangi bir başkaldırının Osmanlı'da karşılık bularak örnek teşkil edeceğine duyulan korkuydu. Osmanlı'nın her yanında isyanın baş gösterdiği, yolsuzluk ve cinayetin toplum tabanına yayıldığı ve "yeni bir anlayış" seslerinin yükseldiği dönemde, halk hiçbir gazetede buna ilişkin haberler görmüyor, gazetelerin ilk sayfalarında yer alan "padişaha övgü" yazılarını okuyordu. Bu dönemde, tüm tefrika gibi hazırlanan gazetelerin de neşredilebilmesi, sansörlerin düzeltilerinin ardından, Maarif Nazırı ve Ahlak Komisyonu tarafından onaylanmasına bağlıydı -ki onaylanmayan hiçbir yazı halka ulaşamazdı. Matbuat Müdürlerinin kontrolünden geçen yazılar yalnızca haber içeriğine göre değil, haberin veriliş biçimine, kullanılan kelimelere, makalede yer alan boş beyaz yerlere, noktalara, çizgilere göre de değerlendirilirdi. Kaleme alınan yazılarda boş beyaz yer olması, yazının nokta ve çizgilerle bölünmesi yanlış varsayımlara neden olabileceği için yasaklanmıştı. Bununla birlikte, -politik, edebi ya da bilimsel olması fark etmeksizin- gazetenin bir sayısında yer alamayacak kadar uzun yazılar da yayımlanmazdı. Çünkü yazıların sonuna "devamı var", "arkası yarın" gibi süreklilik bildiren ibarelerin konması da yasaklanmıştı. 

Konan yasaklar matbuat müdürleri, sansörler, jurnalciler ve hafiyeler tarafından "hassasiyetle" takip edildikçe, yazarlar ve gazetecilerin ortaya koyduğu neşriyatın tamamı oto-sansür ürünü olmaya başladı. Türk edebiyatının en tanınır ve en önemli yazarlarından biri olan Halid Ziya Uşaklıgil, yazar olarak kalem oynatmanın imkansızlaştığı dönemde, uzun süre edebiyata ara vermek zorunda kalan isimlerden biriydi. Cevdet Kudret, “Abdülhamid Devrinde Sansür” adlı çalışmasında Halid Ziya’nın sansüre ilişkin sözlerini şöyle aktarıyor:

“Marzî-i âlîye (yüce rızaya, Padişahın isteğine) uymaz düşüncesiyle, günden güne değinilemeyecek konuların ve kalemin ucuna geldikçe atılacak sözcüklerin, hele ne türden olursa olsun saraya, yönetime, olup bitene işaret denebilecek sözlerin sayısı arta arta öyle bir toplama çıkmıştır ki, basın alanı artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış, kullanılabilecek sözcüklerin dili, ilkel bir kavramın dili kadar küçülmüştü. … ilk önce ‘hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet’ gibi elli, yüz sözcük ile başlayan yasak sözcüklerin gün geçtikçe toplamı kabaran yeni kovulmuş eşlerini öğrenmeli ve bunları her zaman hatırda tutarak, kalemin ucuna geldikçe pis bir böcek gibi fırlatıp atmalıydınız.”

Halid Ziya'nın sözlerinden anlaşılacağı üzere, başta Abdülhamid ve Babıali'nin zihin dünyasına göre şekillenen sansür uygulamaları, zaman içinde, topluma o ya da bu biçimde seslenen herkesin hassasiyetine cevap verecek niteliğe bürünmüştü. Jurnalciler, saraya bildirdikleri her gazeteci için padişahın cömertliğinden pay aldıkça "toplumun hassasiyeti" büyüyor, yasaklanan kelimelere yenileri ekleniyor ve saray gazetecileri padişaha övgüde birbiriyle yarışıyordu. 

Abdülhamid dönemine bugünden baktığımızda, döneme dair gülünç olan pek çok yasağın 2020 Türkiye'sinde yıllardır uygulanagelen ve ağırlığı her gün biraz daha artan yasaklardan farklı olmadığını görebiliyoruz. Taht varislerinin isimlerinin yasaklanması, o isimleri çağrıştıracak isimlerin değiştirilmesi, padişahın burnu büyük diye coğrafya kitaplarında "burun" kelimesinin yer almaması, "tahtakurusu" kelimesinin nüans olarak "tahtın kurusun" temennisini hatırlatması sebebiyle gazetelerde geçmemesi, padişahın yaşadığı "Yıldız Sarayı"na bir göndermeymiş gibi anlaşılmasın diye kıraathane isimlerinin Yıldız'dan Yaldız'a çevrilmesi yalnızca dönemin aydınları tarafından sorgulanan, fakat tarihsel süreç içerisinde tüm toplum tarafından yadırganan anlamsız uygulamalardı. Buradan hareketle, bugün Türkiye'de uygulanmaya çalışılan sansürün de o denli anlamsız ve gülünç olduğunu söylemenin tarihsel bir ödev olduğunu düşünüyorum. Zira kelimelerin, düşüncelerin, gerçekliğin önüne geçmeye çalışmak, yıllar -yüzyıllar- sonra bakıldığında güce odaklanmış -ve fakat yalpaladığı için ayakta duramayan- iktidar sahiplerinin bir yere tutunma çabasından başka bir şey değil. Toplumun dengesini bozan bu kuşkuculuk tarih olduğunda, her koşulda halkın özgürlüğünü savunanlar ve bilimsellikten taraf olanlar tarihi yeniden yazacak. O güne kadar durmadan tekrarlayacağız:
"Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İLK RESMİ ÇAĞRI: HAVZA GENELGESİ

Yeni Bir Yolculuk

Gerçek Demokrat Kim?